1942’de saçma bir bisiklet kazasında öldüğünde Annemarie Schwarzenbach’tan geriye 1930’larda queer olmaya dair edebi metinler, fotoğraflar, öyküler, yazılar ve giriştiği eylemlerden yansımalar kalmıştı. Tabii onu hatırlayanların belleklerinde. Nazi sempatizanı bir general olan babası ve en az onun kadar otoriter annesi, ölümünün hemen ardından başta Erika ve Klaus Mann olmak üzere, Annemarie’nin arkadaşlarıyla çektirdiği fotoğrafların, mektuplarının, öykü ve roman dosyalarının çoğunu yakmıştı.
Kavgaya tutuştuğu ebeveynlerinin baskısından yazarak kurtulan özgürlük düşkünü Annemarie, ailesinin kendisine memleketi Zürih’te verdiği burjuva eğitimin ardından, on beş yaşındayken İsviçre zenginlerinin kız çocukları için kurulan yatılı okula gönderildiğinde, kadınları arzulayıp tutkuyla sevdiğini fark ederek çevresindeki herkese, tarihe meraklı androjen bir queer olduğunu duyurmuştu.
“Yaşadığımı yazdığımda anlıyorum” diyen Annemarie, 1930’ların başında hayatının akışını belirleyen Erika ve Klaus Mann’la tanışıp yakın arkadaş olurken yalnızlıktan ve uyumsuzluktan beslendiğini keşfederken 1933’te Hitler’in iktidara gelmesiyle Almanya’da ve çevre ülkelerde queer özgürlüğün örselenmesi, hatta şiddetle bastırılması yüzünden yollara düşüyor. Daha doğrusu, çıktığı seyahatlerin fitilini bu durum ateşliyor. Türkiye, Suriye, Filistin, Lübnan, Irak, İran, Afganistan, SSCB ve ABD, yazarın gidip gözlem yaparak yaşadığı, fotoğraflar çekip yeni arkadaşlıklar kurduğu ülkelerin başında geliyor. Cinsiyet belirsizliğinin ve androjen queerliğin ete kemiğe bürünmüş hali olan Annemarie, hem Avrupa ülkelerinde hem de gittiği diğer yerlerde anti-faşist tavrından ödün vermeden, özgürlüğü kısıtlananların ve fakirleştirilenlerin hikâyelerini anlatınca “emeğin yazarı” diye anılıyor.
1930’larda queerliğin simgelerinden biri olan ve otuz dört yaşında öldüğünde ebeveynleri tarafından tarihten silinmeye çalışılan yazar, tarihçi, fotoğrafçı ve gezgin Annemarie, 1980’lerin sonunda adeta yeniden doğuyor; aktivistler ve queerler adından sıkça söz ediyor.
Annemarie’nin hatırlanmasını sağlayan metinlerinden ikisinin tek başlık altında yayımlandığı ‘Bir Kadını Görmek’, ‘yakışıklı’ bir kadının gözünden hemcinslerinin bedeninin güzelliğine ve ruhlarına bakış bağlamında tarihi bir anlam taşıyor.
ANDROJEN BİR QUEER
‘Bir Kadını Görmek’e ismini veren metnin ve ‘Lirik Novella’nın en önemli özelliği, Annemarie’nin kendisini başka isimler altında anlatıcıya dönüştürerek kurmaca bir karaktere büründürmesi. Arzularını, coşkularını, mutsuzluklarını, özlemlerini, hüzünlerini, gezginliğini ve isyanlarını bu karakterler aracılığıyla yansıtması.
‘Bir Kadını Görmek’, Annemarie’nin aşklarının, tutkularının ve coşkusunun zaman zaman tedirginliğe çalan tarafını temsil ediyor. Kadınlara, androjen bir queer’in gözünden bakmamızı sağlarken güzellik karşısında yazarın (ve anlatıcının), ruhundaki gelgitleri anlamaya çağırıp yasakların ve baskının kuşatıcılığını ortaya koyuyor.
Annemarie, ilkgençlik yıllarının coşkusunu ve arayışlarını kurmacaya aktarmış ‘Bir Kadını Görmek’te; kadınlarla ve yaşlı erkeklerle karşılaşan anlatıcı, hem kendi gençliğinden hem de onların yaşam tecrübelerinden beslenirken içinde yanan ateşten söz ediyor: “Ateşli bir coşkuyla, kalbim sanki asıl şimdi büyük bir güçle tutuşmuş gibi oturuyordum. Gençliğimi bana bahşedilmiş bir armağan gibi görüyor ve aslında sadece düşlerde karşımıza çıkabilen mutluluk vaatlerinin anahtarının da bu gençlikte saklı olduğunu hissediyordum şaşkınlıkla.”
‘Bir Kadını Görmek’, kendini keşfetme ve cinsel kimliğini inşa etme sürecindeki genç bir kadının arayışları ve yaşama hazırlanışını çıkarıyor karşımıza. “Hatıralarına gömülmüş” yaşlı bir adamdan öğütler alırken hızla hayatın keşmekeşine girmeye ve aşklara ulaşmaya hevesli anlatıcı aracılığıyla geçtiği yollarla buluşturuyor bizi Annemarie. Bu yolda, queer bir kadına karşı geliştirilen önyargılar, düzenin bekçiliğine soyunup ahlak kumkumalığına girişenler ve dizginsiz duygularla savrulduğu düşünülenlerin hizaya getirilme çabasıyla yüzleşiyoruz. Tıpkı 1930’larda yazarın, hem ailesinde hem de çevresinde karşılaştığı gibi. Söz konusu sıkıntıların karşısında ise gizli heyecanları, aşkın gücünü ve kimseyi umursamama minvalinde haklı bir isyankârlığı konumlandıran anlatıcı, hayatın elinden kayıp gittiği endişesini taşırken içindeki ateşi harlayıp soruyor: “İmkan dediğimiz şey ancak cesur olduğumuzda bir vaat anlamı taşımaz ve iradenin o şaşaalı gücü anlamına gelmez mi?”
Anlatıcının aradığı aşk ve tutku, zaman zaman tutulduğu keder ve yaşadığı hayal kırıklığı, Annemarie’nin Erika Mann’la gelgitli ilişkisini çağrıştırıyor; yazarın Erika’ya bazen kardeşçe bazen aşkla yaklaştığı gibi anlatıcı da böyle karmaşık duygularla bakıyor karşısındaki kadına.
Anlatıcının kararsızlıkları, kimi anlarda kendisini teslim alan ürkekliğinden ve zamansız cesaret patlamalarından doğan içsel tartışmalar, hikâyenin omurgasını oluşturuyor.
‘BİR ÇEŞİT FASİT ÇEMBER İÇİNDE’
Kitaptaki ikinci metin ‘Lirik Novella’, Annemarie’nin sabırsız, uçarı, kırılgan, kızgın ve meraklı yirmili yaşlarından izler taşıyor. Kitabın çevirmeni Menekşe Toprak’ın ifadesiyle Berlin nefretini “ben-anlatıcı karakterin ağzından” aktaran yazar, sevmediği kentten kaçış hikayesiyle çıkıyor karşımıza.
İlk bakışta anlatıcının genç bir erkek olduğu izlenimi uyandırsa da Annemarie, novellayla ilgili düştüğü notla bir sürpriz yapıyor: “Aslında bu hikayenin tam doğru anlaşılabilmesi için ana kahramanın bir ‘delikanlı değil de genç bir kız’ olduğunu ‘itiraf etmek’ gerekirdi.”
Yazarın bu notu da hikayenin özü de 1930’lardan günümüze uzanan LGBTİ+’lara ilişkin önyargıların, nefret dilinin ve bunlarla mücadelenin bir kesiti aslında: Gerek dini atıflar gerek toplumsal baskılarla queerliğin “hastalık” olarak görülmesi ve LGBTİ+’ların bunu reddedişinden doğan gerilim Annemarie’nin anlatımında hayli belirgin. Anlatıcıyı hasta eden de kaçış düşüncesini tetikleyen de bu sıkıntılar.
Kısa süre öncesine kadar yanlış anlaşılmamak için yakın çevresine kendisini açıklama gereği duyan ve bu nedenle ruhu yorulan anlatıcı, hem zamanını boşa harcadığının hem de kendine yazık ettiğinin ayırdına varıyor. Üstelik Berlin’de şiddet çemberinin günden güne genişlediğini ve genel olarak yaşamda kendisini bekleyen tehlikeleri fark edince bu açıklama faslından vazgeçiyor.
Diplomat olma amacıyla Berlin’e gelip üniversite okumaya başlayan anlatıcı, bir şarkıcıya gönül verince yaşamının akışı değişiyor. Androjen bir kadının hemcinsine bakışının şekillenişini, bunun toplumda nasıl algılandığını ve anlatıcının kendini kıskaca aldığını düşündüğü sorumluluk duygusuyla adım adım yüzleşmesini, ardından da kopuşu izliyoruz: “Bizi birbirimize bağlayan hiçbir şey yok ama ben onun varlığıyla dolup taşıyorum, bazen teninin kokusunu hatırlıyorum ya da nefes alıp verişini, öyle ki sanki dans ederken kollarım arasında tutuyorum onu ya da o yanımda oturuyormuş da dokunmak için elimi uzatmam yeterliymiş gibi hissediyorum. Ama bizi birbirine bağlayan ne olabilir ki: O uzun akşamlar, o uzun geceler, sabahın ağaran saatlerinde kapısının önündeki o veda, o sonsuz yalnızlıklar…”
Anlatıcının hem Berlin’den hem de aşkın sorumluluğundan taşraya kaçış öyküsünü kaleme alan Annemarie; kendisindeki sabırsızlığı, huzursuzluğu ve arayışı ona yüklemiş. Dahası, kendisini hasta hisseden, bulup terk ettiği aşka dair yaşadıklarını kafasından atamayan ve hiçbir şeye odaklanamayan; ayrıldığı sevgilisine “siyah” diyen bir karakter yaratmış. Bu “ben-anlatıcı”, kendisini “karanlık bir dünyanın içinde ışıklandırılmış bir sahnede durur gibi hissediyor” ve zaman zaman yönünü bulamadığını düşünüyor. Seçerek kullandığı kelimelerle derdini hızlı ve kesik biçimde ifade etmesi ise bu yalpalamaları daha belirgin kılıyor. Anlatıcının bu durumunu öfkeye dönüştürense kendisinin “bir çeşit fasit çember içinde olduğunu” fark etmesi: Aşkının, benliğinde bir alışkanlık ve hatta takıntı hâline geldiğini anlayınca önünü görmesi biraz kolaylaşıyor. Fakat “bir kadını beklemekten daha harikulade bir şey yoktu” diyen anlatıcı, ruhundaki tüm gerilimlere rağmen hem aşık olduğu hem de karşılaştığı kadınlara coşkuyla bakıp hayranlık duyuyor. Yine de yaşadıklarını unutmaya, geçmişe dönmemeye, dini ve toplumsal baskılardan uzak kalarak yalnızlığını korumaya çalışıyor.
Yeniden doğuşunu veya hatırlanışını simgeleyen novellalarından ikisinin yer aldığı ‘Bir Kadını Görmek’, Annemarie’nin hem edebi söylemini hem de yaşama bakışını yansıtıyor. Menekşe Toprak’ın bu noktadaki yorumu, metinlerle birlikte yazara dair önemli belirlemeler içeriyor: “Her şeyden önce, yüz yıl öncesinden başlayan kadınca bir karşı koyuşu, bireysel direnmeyi anlatır Schwarzenbach. Erkek egemenliği altındaki bir dünyada, her ne kadar ‘erkek’ gibi görünmeyi seçse de yine de ‘eril’ sesten ayrılan metinlerin yazarı, kadına ve kadınca olana ışık tutan bir anlatıcı o. Sadece romanlarıyla değil, gezi yazıları, çektiği fotoğraflarla da geçmiş yüzyılın Avrupa’sına ve Avrupalının Doğu’yla olan ilişkisine belki de ilk kez kadın gözüyle bakmış bir entelektüel. (…) ‘Bir Kadını Görmek’te ve ‘Lirik Novella’da yaptığı gibi en çok kadına bakarak hayatı edebiyata yansıtır, erkeğin dünyasını da yine bu sesle şekillendirir.”